Doğrucu Negatif, Yalancı Pozitif
Bir yerde okumuştum. “Dertler penis gibidir, herkes en büyüğü kendinde sanır.” diyordu. Kampüsün karşısındaki parkın bankında oturuyorum ve içinde bulunduğum durumun imkan ve şeraitini düşünmeden katıla katıla ağlıyorum. O kadar bencilim ki Ulaş’ın anlattıklarına değil, final haftası sebebiyle günlerdir geçiştirdiğim konuşma isteğinin yarattığı vicdan azabına ağlıyorum. Seviyorum diyor, “olmaz Ulaş insanlar bundan ölüyor, ben senin ölmene izin veremem.” diyorum sadece. O kadar kendime odaklıyım ki, o an onun aslında icazet istemediğini, arkadaşlığımıza binaen bu konuşmayı yapmadığını, sadece sağlık bilimleri okuduğum için benim bilgime ihtiyacı olduğunu dahi düşünemiyorum. Çünkü bilmiyorum. Öğretmemişler fakültede. Kanseri kime sorsan gösterir, şekeri yalar, tansiyonu yutar ama HIV’i bilmez bizim okullular ve muadillerimiz.
Sahi bu HIV neydi? Benim başıma zaten gelemezdi çünkü her zaman korunuyordum. Bu zaten her gün başka biriyle yatan eşcinsellerin, Nataşa’ların koynuna giren heriflerin başına gelebilirdi. Benle ne işi olurdu. Yine de Ulaş’a borcum vardı, ne olursa olsun sevdiği kişinin yarattığı tehdidin sınırlarını öğrenmem gerekiyordu. Yaşayan Kütüphane (kitapların insanlardan oluştuğu, karşılıklı sohbet etme imkanı yaratan) muhteşem bir fırsat olabilirdi de, ben karşımdakini gücendirmeden doğru soruları sorabilecek miydim? Okuyacağım Kitap’ın başına yürürken neyle karşılaşacağıma dair o kadar fikirsizdim ki. Neticede biz “Philadelphia” ile öğrendik AIDS’i. İnşallah vücudundaki yaralara temas etmemi gerektirecek bir el tutma hamlesi falan yapmazdı. Ön yargı kıracaktım, bilgisizliği giderecektim ama o yaralardan kendi nasibime düşeni almak gibi bir niyetim yoktu.
Okuyacağım Kitap, yahut konuşacağım “AIDS’li”, karşısında o ilk saniye hissettiğim şeyi tarif edecek kelimeyi üzerinden geçen sekiz seneye rağmen ben bulamadım. Beni tam olarak bir prensesin karşısına oturttular “al sana kitap, oku” dediler. Karşımdaki kadın tüm güzelliğiyle, tüm açıklığıyla ve “küstah kırmızısı” rujuyla oturuyor ve o yıllar 24 yaşında olan beni bir yaşıma daha sokuyordu. Yaralar neredeydi? Daha da önemlisi bu ihtişam neydi? Karşımdakinin HIV pozitif olduğuna ikna olmam anlaşılan bana verilen sürenin çok daha fazlasına ihtiyaç doğuracaktı. O gün tanıştığım, bugün varlığına her an şükrettiğim, kadın adeta zihnimde bir pencere açtı, el ele o pencerenin kenarına gidip dışarıdaki gökkuşağını izledik. Bana hayatımda bir daha dengine rastlayamayacağım bir hikaye anlattı.
Yaşadığınız, gördüğünüz, duyduğunuz veya okuduğunuz bazı şeylerin yarattığı etkilerin veya değişikliklerin zihninizde tamamen fiziksel olarak şekillendiği, bu şekillenmeyi ise beyninizin içinde bir film gibi izlediğiniz size hiç olur mu? Ölüm fermanı AIDS, yalın HIV pozitif oldu ve ben bunun her sekansını kafamın içinde anbean görerek yaşadım.
Düşünün ki hayatınızdan bir insan geçiyor ve siz o an gelecekte kariyerinizi şekillendirmeye başlıyorsunuz. Aslında çok sıkılacağınızı düşündüğünüz mesleğiniz insanlara bilginizi, vaktinizi, hatta gerektiğinde telefon faturanızı adayacağınız yepyeni bir umut ışığı oluyor. Bir beyaz önlüklü olarak mesleki anlamda o gün ilk defa kendimi doymuş hissediyorum. Buna daha önce fırsat vermediğim için de kendime kızıyorum. Olsun yeni arkadaşım bana çok şey öğretti şimdi benim gidip Ulaş’a öğretmem gerek.
Aradan yıllar geçiyor, konuya ilgimi ve heyecanımı bir an dahi kaybetmiyorum. Kontenjan zayiatına, askerlik öteleme gibi sudan bahanelere asla müsaade edilmeyen çok prestijli bir yüksek lisans programına kabul ediliyorum. Program ülkede o zamanlar alanında tek. Eminim ki HIV konusunda da muazzam şeyler öğreneceğim. Hazırda bildiğimden fazla bir şey öğrenemediğimi görmek beni derinden üzüyor. Mezuniyet için gereken projenin eşsiz bir fırsat olacağını bir gece rüyamda görüyorum ve konunun HIV/AIDS olmasını istediğimi hocamla paylaşıyorum. Tansiyon, Şeker, Kanser üçlüsünden birini seçsem işimin daha kolay olacağını söyleyen canım hocamı bir şekilde ikna ediyorum ancak bana çok da güvenmediğini sezer gibiyim.
Bilgisayar başındayım, çok teknolojik bir insan olmadığımdan kütüphane ile uzaktan bağlantıları kurmam epey vakit alıyor ama sorun yok, artık akademik yayın tarayıp çalışmanın ilk adımlarını atabilirim. Anahtar kelimeleri yazıyorum, enter tuşuna basıyorum ve bir anda telefonum çalıyor. Arayan anneciğim. Evde olup olmadığımı soruyor sesi endişeli. Arama sayfasını aşağı çekiyorum ve Twitter’a giriyorum. Kıyamet kopuyor güzel ülkemde, kıtaları birleştiren şehrimin en sevdiğim yerinde. İşte ilk günden Gezi’nin kanı bulaşıyor çalışmaya. Daha sonra çalışmanın teşekkür sayfasında Gezi uğruna ölen delikanlıları anmak adına baş harflerinden Sami Kaya Acema diye birini uyduruyorum, bu bir şekilde rengini uzun süredir belli etmiş okuluma “öptür git” deme biçimim. Canım Berkin, henüz komada, henüz küçücük. Adı geçmiyor.
Çalışma esnasında efsane şeyler öğreniyorum, hocam bile şaşırıyor, neticede o da bu adanmışlığı beklemiyordu. Haklı, ne yapsın. Ortaya zor beğenen hocamı dahi memnun eden bir çalışma çıkıyor, üstelik üzerine Türkçe kaynak bulunamayan bir konu hakkında.
Büyük adam oldum sanıyorum hatta abartıp askere falan gidiyorum, o esnada HIV pozitif bireylerle iletişimim devam ediyor. Eşcinsellerin sıklıkla kullandığı bir uygulamada sadece bilgilendirme amaçlı bir profil açıyorum, yanlışları düzeltmek lazım. Ben de bilmiyordum öğrendim. Yazanlar imla hatalarından kan tablolarını görebileceğimi sanmış olsalar gerek süper kahramanmışım gibi davranıyorlar. Tümünü laboratuvarlara, hastanelere yönlendiriyorum. Ama bir gün biri yazıyor ve hayattan soğuyorum. Soru sormuyor daha da kötüsü hiçbir şey bilmiyor. Sadece hakaret ediyor. HIV durumumu bile bilmeden çok kesin bir şekilde sürünerek öleceğimi, başkalarına bulaştırarak nasıl bir vebalin altına girdiğimi belirtip bir de hadisle cilalayıp cehennemi garantilediğimi tebliğ ediyor. Sanırım İncir Reçeli’ni izlemiş. Ben ise o gün tüm tanıdığım HIV pozitiflerin hayatlarının mutlaka en az bir anında nasıl bir tavra maruz kaldığını birinci elden yaşıyorum.
Bir kötü örnek beni yılmanın kıyısına getirse de sıradan kronik hastalıkların ağına düşmemeye yeminliyim, toplumca en sıra dışı olanın cazibesinin kaybolmasına asla izin vermeyeceğime o gün bir daha ve son defa ant içiyorum.
Askerden döndüğüm gibi bir eczanede çalışmaya başlıyorum bu arada kendime açacağım eczane için de İstanbul kazan ben kepçe yer arıyorum. Çok sancılı bir sürecin ardından uygun dükkanı buluyorum ve bir hışımla ruhsatın evrak işlerine dalıyorum. Reçete okuyacağım ve sağlık bakanlığına bağlı çalışacağım için kurul raporu gerekiyor. Rapor sürecini başlatmak için hastanede sabah 6:30 gibi skandal bir saatte hazır bulunuyorum, kaydım yapılıyor ve laboratuara yönlendiriliyorum. Kanlar verildi, muhtelif doktorlar gezildi öğleden sonra kurulun karşısına çıkıp raporumu almak üzere evime yollanıyorum. Bir yandan da sürekli telefondan laboratuar sonuçlarını kontrol ediyorum. Hepatit, frengi ve HIV testimin sonuçları teker teker ekrana düşüyor gibi. Mesleğimi yapmamda HIV’in nasıl bir engel teşkil edeceğini düşünmüş olabilirler acaba diye de kendime sormayı katiyen ihmal etmiyorum. Hepatitler ve frengi testlerinde sorun yok, ancak HIV sonucum nedense ekrana düşmüyor, saat geldi oysaki. Hastanede kurulun karşısına çıkıyorum sonuçlarımın birinin çıkmadığını yarın rapor alabileceğimi söylüyorlar. Canım sıkılıyor ama benim gibi üç kişi daha var, kişisel algılamıyorum. Lakin içimi kemirmeye başlayan o endişe hızla beynimden aşağı yayılmaya başlıyor. Akşam harika bir yemek için dışarıdayım ama gizliden keyifsizim. Gece geç saatte dönerken şeytan dürtüyor hastaneye gidiyorum. Acilde bir hemşireye sonucun çıkmasının neden bu kadar sürdüğünü soruyorum, bazen olabileceğini söylüyor. Laboratuarı arıyorum, acilden bunu göremeyeceklerini söyleyip bir de vakitlerini aldığım için bir fırçayla hastaneden uğurlanıyorum.
Uyanır uyanmaz internetten kontrol ediyorum. “Laboratuara başvurunuz” yazısı uykumun açılma sürecini epey hızlandırıyor. Lanet olsun okula da eczacılığa da diye korku kanseriyle hastaneye koşarak gidiyorum, fermuarımı kapatmayı dahi unutmuşum. Çünkü ben o yazının ne demek olduğunu çok iyi biliyorum.
Laboratuarda kimliğimi alan kişinin suratı değişiyor, beni biraz bekleteceğini söyleyip kalkıyor yerinden. Bekliyorum, sonsuza kadarmış gibi geliyor, içeriden çıkıp beni bir köşeye çekiyor. Cılız bir sesle o söylemeden ben soruyorum “doğrulamaya mı gönderdiniz?” hayır demesi için o an her şeyi yapmaya hazırım. “Evet” cevabının ardından sağır oluyorum, dünya duruyor, mecaz falan değil, koskoca dünya dönmeyi bırakıyor. İmkansız demek istiyorum, kaç kere çalıştınız diye sormak istiyorum ama ağzımdan hiçbir şey çıkamazken, gözlerimden yaşlar akmakta o kadar zorlanmıyor. 31 yaşında, HIV konusunda standart bir insana nazaran çok daha bilgi sahibi, bir sürü HIV pozitif bireye umut vermiş olan ben sadece ağlıyorum, buna yol açmış olabilecek hiçbir şey yaşamadığımı, yalancı negatif sonuç istatistiklerini ezbere bilen ben kimsenin bakışına aldırmadan katıla katıla ağlıyorum. Fiziksel acıyı hissediyorum.
Doktor arkadaşımı arıyorum ona yalvarıyorum yanlış olduğunu söylemesi için. Sanki testi o yaptı. Hemen beni üniversiteye çağırıyor, “tekrarlarız saçmaladıklarını sen de görürsün” diyor. Bir yandan ağlıyorum yolda bir yandan da her tanı alan birey gibi asıl korktuğum şeyin HIV olmadığını fark ediyorum. Aileme ne söyleyeceğim? Raporu alamadım ve doğrulama testi yüzünden ruhsat başvurum iki ay ötelenecek ben bunu neyle açıklayacağım? Eczanemi açtığımda elemanım ilaç geçmişimi gördüğünde ne diyeceğim? Bir daha nasıl sevişeceğim? Beni kim anlar? Ölmek en iyi çözüm gibi geliyor, çok cazip geliyor bir an.
Ülkenin en iyi tıp fakültesinin kapısından giriyorum, insanları işinden alıkoyacağım ama umurumda değil hiçbir şey. Enfeksiyon servisine gidiyorum. Randevum yok. Hayatta kendime yaptığım en büyük yatırım iyi dostlar diye düşünüyorum, sonra derdime geri dönüyorum. Testleri isteyen güzeller güzeli, gencecik bir asistan. “Korkma” diyor, “neden ağlıyorsun, sakin ol” diyor. Bence o an sadece saçmalıyor. Kanları veriyorum emin olmak için doğrulama yapmaları için de yalvaran gözlerle bakıyorum. Mikrobiyoloji laboratuarının HIV bölümüne gidiyoruz ve asistana neler yaptığımı anlatıyorum. “İmkansız” diyor ama içime su serpmeye gücü de, sıcacık gülüşü de yetmiyor. Kanımı iki saat bekleteceğini testi öyle yapacağını söylüyor. O andan itibaren o beş saat hiç geçmiyor. Ben durup durup ağlıyorum sanki yeterince ağlarsam vücudumdaki tüm virüs akıp gidecekmiş gibi.
Mesai bitimine yarım saat kala tekrar laboratuvara gidiyorum. Doktor sonucun negatif olduğuna dair bir kağıt veriyor. Bu sefer nedenini bilmediğim bir şekilde daha çok ağlıyorum. Önüme çıkan herkese sarılıyorum ödül almışım gibi. Dünyanın en iyi insanı ödülünü hak eden doktor ise mesainin sonunu düşünmeden bana enteresan bir teklifte bulunuyor. Resmi bir sonuç veremeyeceğini ancak yeni uygulanmaya başlanacak bir testi de bu örnekte çalışmak istediğini, bunun sadece 45 dakika süreceğini ve sonuç negatifse doğrulamaya gerek bile olmayacağını söylüyor. % 99 negatif çıkacağını düşündüğünü de eklemeyi ihmal etmiyor. Testi yapıyor ama ben artık daha rahatım 45 dakika hemen geçiyor. Negatif sonucum tescilleniyor. Doğrulamayı ayda iki defa yapan kurumda şans eseri iki gün sonra Western- Blot yürütüleceğini söylüyor. Rica ediyorum, beni kırmıyor. Nefesim düzene girmiş şekilde yanından ayrılıyorum.
Doğrulama testim negatif geliyor ve ben raporlarımı almış şekilde kurul raporunun olduğu hastaneye gidiyorum. Doktorundan sekreterine kadar herkes bana bir tuhaf bakıyor. Şirretleşmeme çok az kaldı ama önce raporumu almam gerekiyor. Nedense doktorları HIV pozitif olmadığıma ikna edemiyorum. İlla doğrulama gelsin diyorlar. Siz doğrulamayı üniversiteye gönderiyorsunuz, alın size üniversiteden ıslak imzalı sonuç diyorum, enfeksiyon görsün diyorlar. HIV pozitif olmamın bu mesleği yapmama zaten engel teşkil etmeyeceğini yalın bir dille anlatmaya çalışıyorum. Sekretere testi tekrarlattığım üniversitenin bir üstünün Cambridge veya Harvard olabileceğini bu ülkede daha üstünün bulunmadığını hatırlatma gereği duyuyorum.
Enfeksiyon servisindeki doktor ise gülüyor, tüm yaşadıklarımın çok saçma olduğunu söyleyip onay veriyor. Tüm bu yaşananlara rağmen raporumu aldığımda hepatit ve frengi testimin işlendiğini, HIV sonucumun ise tamamen yok sayıldığını görüyorum. “Pis bir AIDS’li” olmadığıma sonunda ikna olan hastane personelinin tavrı ise nispeten daha yumuşak seyrediyor. Yıllardır bana hastalarımın anlattığı sağlık hizmetleri personellerinin tavrını hep biraz fazla kişisel algıladıklarını, bunun HIV tanısı ile bir bağlantısı olmadığını düşünürdüm. Yaşamak gerekiyormuş.
Ben HIV için yıllarımı verdiğimi sanırken meğerse kendimi hiç terbiye edememişim. İnsanlara bunu büyütmemelerini, gayet sıradan ve sağlıklı bir hayat süreceklerini söyleyip gözlerinde o ışığı görene kadar bırakmazken kendimi hiç ikna edememişim. Ben HIV pozitif nasıl yaşanır belki çok iyi bilmiyorum, ama HIV tanısı alındığında insan kendini nasıl hisseder bunu çok zor bir yoldan öğrendim. Hayatta çoğu zaman empati kurduğumuzu iddia ederiz, bu ekseriyetle kurduğumuzu zannetme yanılgısıdır. Ama ben artık o empatiyi çok rahat kuruyorum, daha iyi duyuyorum anlatılanı, daha iyi görüyorum içeriden gelen o umutsuz karanlığı. Ben de korkuyorum toplumdan. Tanıdığım tüm HIV pozitif bireyler için korkuyorum. Ön yargıların gölgesinde kalmış yaşama sevinçleri için çok korkuyorum. Fakat bu öğretiden aldığım ders toplumsal ön yargılar değildi. Hayatta en çok kendinden korkmalı insan. Kişinin kendine verdiği zararın tarifi de yok tamiri de. Ölmeyi düşündüm ben, yıllarca üzerine okuduğum, herkese de bağır çağır anlattığım bir tıbbi hadiseyi en yakınlarıma açıklayamamaktan korktuğum için yok olmayı düşündüm.
Bu beden, bu zihin, bu kalp benim ve bunu hapishaneye çevirmek yerine yemyeşil bir bahçeye çevirmek yalnızca benim elimde. Bu hayatta bir pozitif bireyin yaşamak zorunda kaldığı her şey için koskoca bir toplum adına ben senden özür dileyebilirim. Peki sen kendine ördüğün duvarlar ve boş hezeyanlar için kendinden özür dilemeye hazır mısın? Uzat elini öyleyse.
Drug Queen
Comments